29-30 Eylül 1938’de yapılan Münih Konferansı’ndan itibaren her şey savaşın kaçınılmazlığını gösteriyordu. Britanya’nın faşist Almanya’yı “yatıştırma” siyaseti gerçekte istedikleri her şeyi verip canavarı Sovyetler Birliği’nin üzerine salma projesiydi. Dünya felakete doğru koşarak giderken siyasi sorumluluk esas itibariyle bu iki ülkenin omuzlarındaydı; Britanya hükümetinin kuyruğuna takılı Fransa ve savaşa giden yolu adeta kolaylaştırmak için çabalayan Polonya da onlara katılıyordu. Herkes tehlikenin farkındaydı ve herkes pozisyon alıyordu; Orta Avrupa’nın askeri olarak da en güçl&uu
29-30 Eylül 1938’de yapılan Münih Konferansı’ndan itibaren her şey savaşın kaçınılmazlığını gösteriyordu. Britanya’nın faşist Almanya’yı “yatıştırma” siyaseti gerçekte istedikleri her şeyi verip canavarı Sovyetler Birliği’nin üzerine salma projesiydi. Dünya felakete doğru koşarak giderken siyasi sorumluluk esas itibariyle bu iki ülkenin omuzlarındaydı; Britanya hükümetinin kuyruğuna takılı Fransa ve savaşa giden yolu adeta kolaylaştırmak için çabalayan Polonya da onlara katılıyordu. Herkes tehlikenin farkındaydı ve herkes pozisyon alıyordu; Orta Avrupa’nın askeri olarak da en güçlü ülkelerinden olan Çekoslovakya, Britanya ve Fransa’nın kışkırtması ve onayıyla nazi çizmeleri altında ezilirken Romanya ve Macaristan doğrudan doğruya faşist saflara hicret etmişti, Yugoslavya ve Yunanistan iç savaşa koşuyordu, Bulgaristan toprak kazanma peşindeydi, Baltık ülkeleri Kızıl Ordu tarafından işgalin eşiğindeydi. Türkiye, daha İstiklal Savaşı günlerinden beri Sovyetler Birliği’nin yakın dostuydu ve görünürde öyle kalmaya kararlıydı. Atatürk’ün ölümünün ardından iç siyasetteki dalgalanma henüz dış siyasete tam anlamıyla yansımamıştı. Avrupa başkentlerinden Moskova’ya kadar herkes Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nin müttefiki olarak kalacağına emin görünüyordu, ancak Ankara, kaçınılmaz savaşın kısa süreceği ve muhakkak İngiltere ve Fransa’nın zaferiyle biteceğini düşünüyordu. Hazal Yalın yeni eserinde savaşın ufukta olduğu 1939 yılında, Avrupa, Sovyetler Birliği ve Türkiye ilişkilerini mercek altına alıyor. Dünya savaşa giderken Türkiye’nin ve diğer hükümetlerin siyasi manevralarını tüm ayrıntılarıyla gözler önüne sererek dönemin atmosferini ve aktörlerin siyasi tutumlarını nesnel bir yaklaşımla değerlendiriyor. 1939: Avrupa, Sovyetler Birliği, Türkiye, hem bir devam kitabı hem de önemli yeni tezler içeriyor. Yazarın 1945: Türkiye-SSCB İlişkileri adlı kitabı, savaşın son dönemine ait belgeler ışığında, Türkiye’nin bağımsızlıkçı siyasetten vazgeçerek sonunda NATO üyeliğine varan sürecin Batı’nın zoruyla değil, aksine Türkiye’nin isteğiyle gerçekleştiğini ortaya koyuyordu. 1939: Avrupa, Sovyetler Birliği, Türkiye ise bu sürecin tetiklendiği tarihi kesiti inceliyor ve temel tezi belgelere dayanarak formüle ediliyor: Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve tek eksen kayması aslında savaş öncesinde, daha 1939’da gerçekleşmiştir. Kitapta 1939 yılına ilişkin çok sayıda Sovyet belgesinden başka Türkiye ve İngiltere belgeleri de ele alınıyor. Eser, kapsamlı tarih anlatısından ve ortaya koyduğu tezlerden başka ek bölümdeki belgelerle de tarihçiler ve siyaset bilimciler için olduğu gibi tarih okuru için de ilgiyle okunacak bir kitap olma özelliği taşıyor.