Irene Nemirovsky’nin kaleminden “Çehov’un Hayatı”nı okurken insan ve yazar olarak büyük, ölmez sanatçının iç âleminde gezindiğimizi, onunla ta çocukluk yıllarından beri tanıştığımızı, aynı çetin hayat şartları, çeşitli darbeler, hayal kırıklıkları ile yoğrulduğumuzu hissediyoruz. Her okuduğumuz sayfa bize Çehov’un yaşadığı hayatın, o devrin bütün gerçek hâlini, psikolojisini, ümidini ve ümitsizliğini çiziyor; aynı zamanda Çehov’un sanatının izahını da yapıyor. Çehov’un o ilk, aceleyle yazılmış, sanat endişesinden uzak, para kazanma gayesiyle karalanmış hikâyelerden, dünya edebiyatının ölmez hikâyelerine geçişini; piyeslerindeki bezgin ruh hâlinin yazarın içine daha önceden nasıl yerleştiğini, onların hangi tesirlerle yaratılıp dünyaya ge
Irene Nemirovsky’nin kaleminden “Çehov’un Hayatı”nı okurken insan ve yazar olarak büyük, ölmez sanatçının iç âleminde gezindiğimizi, onunla ta çocukluk yıllarından beri tanıştığımızı, aynı çetin hayat şartları, çeşitli darbeler, hayal kırıklıkları ile yoğrulduğumuzu hissediyoruz. Her okuduğumuz sayfa bize Çehov’un yaşadığı hayatın, o devrin bütün gerçek hâlini, psikolojisini, ümidini ve ümitsizliğini çiziyor; aynı zamanda Çehov’un sanatının izahını da yapıyor. Çehov’un o ilk, aceleyle yazılmış, sanat endişesinden uzak, para kazanma gayesiyle karalanmış hikâyelerden, dünya edebiyatının ölmez hikâyelerine geçişini; piyeslerindeki bezgin ruh hâlinin yazarın içine daha önceden nasıl yerleştiğini, onların hangi tesirlerle yaratılıp dünyaya geldiğini, karşılaştığı anlayışsızlıkları, mücadeleleri anlatıyor.
Kısacası biz Nemirovsky’nin o kendine has bol şiirli, tatlı, sürükleyici üslubunun akışı ile Çehov’u ta ilkokul sıralarından, Halk Bahçesi´ndeki flörtlerinden, bozkırdaki avareliklerinden, Yalta’da geçen aşk macerasından, Kara ormandaki bir Alman otelinde son nefesini verdiği ana kadar geçen kırk dört yıllık bir zaman parçası içindeki hayat yolculuğunu, bütün sadeliği, zenginliği ve ölümsüzlüğüyle yakından duyabiliyor, kendimize mal edebiliyoruz.