Bakışlarından okunan tam da buydu. Haklıydı bir bakıma. Yaşamak ile görmek, gördüğün üzerine düşlemek farklıydı. Dün gece, İhsan'ın kaldığı lojmanın penceresinden dışarıyı izlerken tam karşımda duran dağın doruğu Van Gogh'un yıldızlı gecelerine götürmüştü beni. Yıldızlar, esen rüzgârla bir olup dağın çevresinde dönüyorlardı sanki. Ona, dağın tepesine gece vakti hiç çıkıp çıkmadığını sormuştum. Umursamaz bir tavra bürünüp kısa bir yanıtla geçiştirmişti sorumu. ?Çıkmadım"Hiç çıkılmaz mı, gidilmez mi? Karanlık bir gecede yıldızlarla bir olunmaz mı? Kar beyazı bir yeryüzü ile yıldızlı bir gökyüzü arasında kalınmaz mı?Odunları daha tutuşmadan yutan sobalı oda, aslan pusuda, geyik yavrusuyla tedirgin, onlar da odada... Kapının ardında Karakoncolos Fırtınası, pencerede Yıldızlı Gece, bitmeyen, uzun bir kış. Uzaktaki kayalıklardan bakan kurtlar, karacalar, tilkiler, vaşaklar, gece kuşları, baykuşlar, yarasalar, ayıboğanlar... Havada Kaçağın Külleri ve is kokusu... Doğu Ekspresi unutulmuş, yitik bir yola sapmış; tek yolcusu yabancı, en çok da kendine...Kar beyazın yuttuğu, örttüğü, kış cinine teslim bir dünya. Beyazlar içinde bir düş ülkesi. Lapa lapa yağan karın, tipinin, boranın söndüremediği gözlerden uzak bir yangının külleri havada dönüp dururken, Mehmet Sait Taşkıran masalsı bir dille anlattığı öyküleriyle okuru unutulmaz bir yolculuğa çıkarıyor. Yolları özleyenlere...